Quantcast
Channel: Martin Kramer on the Middle East » Fadlallah
Viewing all articles
Browse latest Browse all 2

Hizbullah’ın Moral Mantığı

$
0
0

Martin Kramer, “Hizbullah’ın Moral Mantığı,” Dünya ve İslam Dergisi, Sayı: 11 (Yaz 1992), s. 97-120.

“…Galip gelecek olanlar yalnız Allah’ın taraftarları (Hizbullah)tır.” (5/56).

1982 yılında ilk defa olarak bir grup Lübnanlı Şii müslüman Kur’an’ın bu ayetini kendilerine slogan olarak benimsediler ve kendilerini “Hizbullah” olarak tanıttılar. O günden beri, İran İslam Cumhuriyeti tarafından desteklenen ve Lübnan’da Şii nüfusun çoğunlukta olduğu bölgelerde birçok taraftarı olan Hizbullah, Lübnanlı diğer örgütlerin hesaba katmaları gereken bir hareket haline geldi.

Hizbullah’ın -hem ideolojik ve hem de askeri alanda- karargahının bulunduğu Bekaa Vadisi’nde ve Şiilerin çoğunlukta olduğu Beyrut’un güney banliyöleri kadar Güney Lübnan’ın kırsal kesimindeki diğer Şii köylerinde de gittikçe nüfuzunu arttırdığı gözlenmektedir. Hizbullah mücahidleri; zaman zaman, başta Emel olmak üzere kendilerine muhalif olan diğer Şii gruplarla, çoğunlukla da İsrail tarafından desteklenen, genelde Hıristiyanlardan oluşan Güney Lübnan ordusuyla ve Lübnan’a yerleşmiş Suriye güçleriyle savaşmaktadır. Bu bağlamda Hizbullah hükümetsiz bir ülkeyi kazanma umuduyla yapılan bu çalkantılı savaşta kendilerine daha iyi bir yer edinebilmek için birbirleriyle çarpışan Lübnan’daki diğer silahlı örgütlerden farklılık göstermemektedir. O da aynı propaganda araçlarını kullanır: Toplantılar, söylevler, gazete, radyo istasyonu. Hizbullah kendi kumanda merkezlerine, eğitim kamplarına, silahlı milis kuvvetine sahiptir. Hareketin önderleri kendilerine gerekli silah, para yardımı ve desteği sağlayabilmek için müttefikleri olan devletler ve örgütlerle ilişki kurmuşturlar.1

Böyle olmakla birlikte, Hizbullah diğer Lübnanlı milislerden temel bir noktada ayrılır. Hemen tamamı Şii alimler olan hareket liderleri, kendilerinin ve taraftarlarının anlayışları ve asli amaçları doğrultusunda devrimci yeni bir Lübnan modeli tasarlamışlardır. Hizbullah’ın hedefi, er veya geç Lübnan İslam Cumhuriyeti’ni kurmaktır. Bu sebeple Hizbullah; Lübnan’daki diğer cemaatler arasında kendi konumunu izafi olarak düzeltmek ve ötekilere Üstünlük sağlamak gibi bir amaç edinmemiş; Lübnan’ı İslami sosyal ve siyasal bir düzenin ideal örneği haline getirmeyi amaçlamıştır. Hizbullah; Lübnan’ı sivil savaşın yıkımlarından ve Batı’nın hayat biçimini kendilerine empoze etmek için yapılan yabancı müdahalelerin sonuçlarından ancak İslam’ın kurtaracağı görüşünü taşır.

Lübnan, İslam İnkılabı’nın zuhurunu hızlandırmaya ve hemen şimdiden bu programın tamamını açıklamaya yönelik imkan ve yöntemler üzerinde hiç şüphesiz hareketin içinde görüş ayrılıkları mevcuttur. Hizbullah’ın bazı yöneticileri bu sorular üzerinde görüş birliğine varamadılar, zaten hareketin İranlı rehberleri de Lübnan’ın değişimi üzerinde uygulanacak olan metodun seçiminde ayrılığa düştüler. Ama mücahidlerin çoğu için bu tartışmaların fazla önemi yok. Hizbullah’ın gençleri (kız ve erkek) İslami adalet ve kanunlar sayesinde gelecekle dengesini ve istikrarını yeniden bulacak olan Lübnan hayaliyle kendilerinden geçiyor ve İslam’ı bu topraklardan atmak isteyenlere karşı cihada girişiyorlar.

Hizbullah’ın Yapısı

Hizbullah’ın liderleri hareketlerinin basit bir politik parti veya güç olmadığını, inandıkları kutsal dava uğruna mücadele verdiklerini savunuyorlar. Hizbullah’ın resmi sözcüsünün açıklamasına göre hareket “alışılmış anlamda organize bir parti değil. Zira kapalı parti kavramı İslam’a aykırı. Hizbullah bir görev ve sorumluluk, bir yaşam tarzı.”2 Hizbullah’ın sorumlularından bir diğeri ise, Hizbullah’ın alışılmış manada bir örgüt olmadığını, çünkü mensuplarının ne aidiyet belirten bir kimlik, ne de örgüte özel ayrı (Hizbullah mensupları sadece her müslümanın sahip olması gereken İslami sorumluluklarını taşıyor, [ç.n.]) bir sorumluluk taşımadıklarını savunuyor. Bu, adaletsizliğe karşı savaşan ve imam Humeyni’ye sadık inananların bir araya geldiği bir cemaat.3 Bir diğeri ise bu konuyla ilgili görüşlerini şöyle ifade ediyor: “Geleneksel anlamı içerisinde bir parti değiliz. Bütün müslümanlar Hizbullah’ın üyesidir, bu nedenle üyelerimizin sayımım yapmamız imkansız.”4

Ve, İran’ın Beyrut’taki Maslahatgüzarının değerlendirmesiyle: “Hizbullah kendine özgü bir yapıdan ibaret değildir. İki parti vardır: Hizbullah (Allah’ın Partisi) ve Hizbuşşeytan [Şeytan’ın Partisi].”5

Hareketin 1982’deki ortaya çıkışım izleyen ilk bir kaç aylık sürede, sadece bir tebliğ ve davet olarak tasarlanmış bir Hizbullah fikri vakıaya oldukça yakındı. Fakat İran’ın Hizbullah’ı gittikçe daha kurumsal, merkezi ve belirli özel sorumluluklara sahip bir yapı haline getirebilmek için çaba harcamasıyla, Hizbullah, bir yüksek istişari meclis (Lübnan Konseyi) ve üç yerel meclis (Bekaa, Beyrut, Güney Lübnan) tarafından yönetilen bir örgüt oldu. Bugünkü durumda idari işleri yedi komisyon yürütüyor. Şura meclisi (Lübnanlı Şii din adamlarından oluşmakta) alınan kararları İranlı temsilcilerin de onayıyla belirliyor. Hizbullah’ın askeri gücü, 4000 kişilik milis kuvvetiyle giderek daha kurumsal bir hal alıyor. Hareketin bu kısmına katılmak isteyenler önce belli bir eğitime tabi tutuluyorlar.6

Hizbullah devrimci bir parti olarak, hareketin içerisindeki otoritenin özelliğini gizli tutmaya çalışıyor. Danışma kurulundan bağımsız etkin kişilerin, Hizbullah’ın adını kötüye kullanmalarından dolayı Şubat 1985’te bir bildiri ve yazılı resmi bir beyanname yayınlandı.7 Ancak hareketin yapısıyla ilgili başka önemli açıklama yapılmadı. Hareketin faali yel erin de birinci derecede rol oynayan Lübnanlı Şiiler’den (din adamı veya diğerleri) uzunca bir liste yapılırsa, görülür ki hiç birine Hizbullah içerisinde önemli görevler yükleme imkanı bulunmaz.8 -Weber tarafından karizmatik hareketlerin değişmez özelliği olarak belirtilen- resmi yapının varlığının reddedilmesi, Hizbullah’ı, başta rakibi Şii Emel örgütü olmak üzere belirgin, detaylı bir şekilde resmileşmiş ve sorumluların seçilerek ya da tayinle ama açık olarak tesbit edildiği hiyerarşik bir yönetime sahip olan Lübnan’daki diğer örgütlerden ayırmaktadır.

Ama yapının varlığının tanınmaması ve ısrarla reddedilmesi aslında yanıltıcıdır. Hizbullah Şiilerin ezici bir çoğunluğa sahip oldukları ve şeriatın uygulanabileceği bir İslam devleti kurma çabasında olan bir harekettir. Hizbullah içerisinde otoriteyi oluşturan Şii ulemanın konumu İran’da iktidardaki İslam Cumhuriyeti Partisi’nin ulemasıyla aşağı yukarı aynı. Ulemalar arasındaki ilişkiler, resmi olarak belirlenmemiş olmalarına rağmen saygıya dayanan oldukça karmaşık ilişkilerdir. Hizbullah, ulemanın bir güç birliği oluşturmasıyla doğdu. Dayanışmaya her alim kendisine tabi olan bağlılarıyla katılıyordu. Hareketin İranlı öncüleri, militanların tümünü kitlesel olarak ve doğrudan yönetebilmek amacıyla bu bağlılıkları kırmak için oldukça çaba harcadılar, ama sadece kısmi bir basan elde edebildiler. Hizbullah’a kişisel olarak üye olmuş olanların bile buraya, Lübnan’da bağlı oldukları Şii alim vasıtasıyla gelmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Bu alim de Hizbullah’la kendisinden daha eski bir alim tarafından; o da bir diğeri tarafından… vs. tanıştırılmışlardır. Şii dünyasının (İran’da ve Irak’daki gibi) daha yüksek mertebelerine kadar yükselen bu ilişkiler ağı, Hizbullah içerisinde yüzeysel olmayan yeterli bir yapının oluşmasını sağlıyor. Bu yapı iç disiplinin sağlanmasını, yukarıdan gelen emirlerin yürürlüğe konabilmesini ve yardımların toplanabilmesini sağlıyor.

Hizbullah içerisinde Bekaa Vadisi’ne yayılmış Şii ailelere özgü bir otoriter yapı daha bulunuyor. Bu aşiretlerin Hizbullah’a bağlılıkları, İslami taahhüt altına girmekten çok aşiretler arası mücadele ve birleşme safhasında görülüyor. Aynı şekilde Güney Lübnan’ın Şii köylerinde, Hizbullah’a bağlılık geleneksel köylü ilişkileri çerçevesinde oluşuyor. Ama Güney Beyrut banliyösünde, köy ve aşiretleriyle bağlarını koparmış olan Şiiler’in Hizbullah’a olan bağlılıkları genellikle, Hizbullah’a bağlı Şii bir alime tabi olmaları aracılığıyla gerçekleşiyor. Bu çok nüfuslu kenar mahalleler Hizbullah’ın Lübnan’daki ana kalesini ve entellektüel birikiminin potasını oluşturuyor.

Senelerin getirdiği ortak tecrübeler neticesinde hareketin üst düzey alimleri ortak coşkuları, arzuları ve istekleri paylaşıyorlar. Çoğu Şiilerce kutsal sayılan Necef’in en tanınmış medreselerinden mezun olmuş. Orada saygı ve sevgi dolu bir rekabet ortamı içerisinde, İslam hukukunu, ilahiyatı ve felsefeyi, geleneksel pedagojik metodlara göre öğrendiler. 50’li yılların sonundan 70’li yılların sonuna kadar Necef; İslami değerlerin ve kendi dini otoritelerinin Batıcılık etkileri tarafından tehdit edildiğini gören ulemanın kaygılarıyla adeta körüklenen büyük bir entellektüel ateşin ocağı gibiydi. Bu tehlikeleri savuşturabilmek için Necef’e kadar yayılmış olan milliyetçi ve komünist doktrinlere karşı alternatif oluşturabilecek, bir İslami devlet teorisi hazırladılar. İslam hükümeti, İslam ekonomisi, ideal İslam devleti gibi konular yazı ve konferansları oluşturan konulardı. Bu ulemanın en önemlileri; Ayetullah Muhammed el-Hakim ve Muhammed Bakır es-Sadr’dı. Her ikisi de Irak asıllıydı ve birçok Lübnanlı öğrencileri vardı. Bu eğitim ve öğretim süreçleri 1965’te; Şah’ın iç ve dış siyasetine karşı mücadele eden Ayetullah Humeyni’nin İran’dan sürülmesinden sonra Necef’e gelmesiyle cesaretlendi ve ağırlık kazandı. Humeyni burada (Necef) 13 yıl geçirdi. 1970’de İslam devleti üzerine konferanslar veriyordu; böylelikle din adamlarını siyasal güçlere karşı koymaya teşvik ediyordu.

Bütün bu dini çalışmaları sürekli etkilenebildikleri yaşlarda ve şiddetli ortamlarda takip eden Lübnanlı Şiiler az veya çok belli bir ideale kavuştular. Şii öğretisi içerisinde, dostluk ve sürekli devrimci bir anlayış içerisinde, dünyayı değiştirebilecek tutarlı yargılara ve verilere sahiplenmiş bir şekilde Necef’i terkettiler. O günden beri, Iraklı güvenlik güçleri Necef’i radikal ulemadan temizlediler; bazıları da idam edildi. Ancak bugün kişisel ve ideolojik bağlar her zamankinden daha güçlü. İran İslam Cumhuriyeti’nin doktrinlerinin Hizbullah tarafından süratli ve tam olarak kavranması, anlaşılması, sindirilmesi onlara yöneten din adamlarının geçmişinden ve Necef’teki Lübnanlı Şiilerden kaynaklanmakta.9

Zihinlerde kökleşmiş bu yüce kutsal dava fikri, Hizbullah’ı sürdürülen mücadeleyi Lübnan’ın sınırlarını çok çok aşmış bir vakıa şeklinde algılamaya sevketmiştir. Diğer silahlı örgütlerden farklı olarak Hizbullah, Lübnan’da İslam Cumhuriyeti kurulmasına tümü de az veya çok karşı olan yabancı güçler ittifakını yenilgiye uğratmadan önce kendisini nihai hedefine ulaşmış sayamaz. Bu güçlerin başında, kendisine körü körü bağlanmış olan Arap rejimlerinden cesaret alan ABD ve İsrail gelmektedir. Söz konusu güçler, Hizbullah’ın kısıtlı menzilinin çok çok dışında olanlardan başlayarak, Lübnan’a çeşitli şekillerde müdahale edebilen güçlü düşmanlardır.

Hizbullah’a davasında karşı gelmek isteyenleri engellemek İslami Cihad’ın görevidir, Amerika ve İsrail kuvvetlerini Lübnan dışına püskürtmeye yarayan bombalı suikastleri üstlenen bu örgüt olmuştur. Bir seri adam kaçırma harekatıyla yabancı etkileri Lübnan’dan temizleyen de yine kendisidir. Aslında İslami Cihad hakkında çok şey söylemek mümkün değil, Hizbullah ile arasındaki ilişkiler hususunda da fazla bir şey söylenemez. Hizbullah’ın yöneticileri ve sözcüleri İslami Cihad’ın arkasında kimlerin bulunduğunu bilmediklerini açıklıyorlar. Batılı istihbarat servislerine göre ise; İslami Cihad Beyrut’tan yönetilen ve arkasında Hizbullahi bir subayın bulunduğu bir örgüt. Bu subay İran’ın ve Hizbullah’ın emri altında.10 Ama bu konudaki iddialar birçok kez değişikliğe uğradı. Aslında eylem ve inancın bu kapalı aleminde, İslami Cihad’ın bildirileri ortaya gerçek bir şeyler koymaktan çok uzak. İslami Cihad’ın üstlendiği intihar saldırısını gerçekleştirdikleri bilinen üç gençle ilgili bir kaç detay bilgisi, örgüte nasıl girildiği veya örgütün metoduyla ilgili kesin bir kanaat sahibi olabilmek için çok yetersizdir.11

Ancak İslami Cihad’ın dünya önünde kendini açığa vurmaya ihtiyacı yok; bunu onun yerine Hizbullah üstlenmiş durumda. Hem de oldukça verimli bir şekilde. İslami Cihad ve Hizbullah arasındaki karşılıklı bağlılığın derecesi ve sorumlulukların payı ne olursa olsun, fikri birliktelikleri Hizbullah’ın yöneticilerinin günlük açıklamalarında ortaya konuyor. İslamî Emel örgütünün başı olan Hüseyin el-Musevî, Hizbullah’ın Bekaa Vadisi’ndeki bir kolu. Kendisi sürekli reddetse de İslami Cihad’ın beyinlerinden olduğu basın yayın tarafından zaman zaman öne sürüldü. O ve taraftarları, İslami Cihad’ın eylemlerinin sıradan cinayetler gibi gözükmemesi ve algılanmaması için İslamî Cihad’a siyasal ve moral destek verdiklerini söylüyorlar. Müsavi, görüşlerini şöyle ifade ediyor: “Bizim bu yönde propaganda faaliyetimiz olmasaydı yaptıkları eylemler [İslami Cihad’ın eylemleri -ç.n.] kamuoyu tarafından adi cinayetler gibi algılanabilirdi. Biz kamuoyuna; bu eylemlerin mazlumlar tarafından zalimlere karşı verilen cihadın bir şekli olduğunu anlatmaya çalıştık.”12

Hüseyin el-Musavi ve Hizbullah’ın diğer liderleri, cinayet gibi gözüken eylemlerini kutsal girişimler haline getirerek sıradan hareketler olmaktan kurtarıyorlar ve bu eylemlere derin bir anlam yüklüyorlardı. Mantıklı kanıtlar sayesinde İslamî Cihad adı altında giriştikleri eylemleri doğrularken, ortaya hem kitleler, hem kendileri ve hem de İslamî mücadele için geçerli bir ahlak kuramı koymuş oluyorlardı. Bu liderler arasında; İslami yetkinlikleri ve bundan kaynaklanan sorumlulukları dolayısıyla saygı gösterilen Lübnan’ın en tanınmış Şii din adamlarından bazıları göze çarpmaktadır. İslamî Cihad’ın kendini ispatlamaya ihtiyacı yoktur ve o da zaten böyle bir işe girişmemiştir. Bu ahlaki oluşumun yeterliliği ve dayanıklılığı sayesinde, Hizbullah’ın yöneticileri, İslam Cumhuriyeti’nin yakında gerçekleşeceğine ve eylemlerinin hareketin düşmanlarını geriye püskürttüğüne dair bir hava yaratmışlardır.

Bu liderlere düşmanlarına fütursuzca meydan okuma havasım iki eylem çeşidi kazandırdı. Bunlar; Hizbullah’ın, Lübnan’ı içinde bulunduğu bataklıktan çıkarmak için kesinlikle uygulanması gerektiğini savunduğu İslam hukukunun bazı ilkelerini, ilk bakışta ihlal eder gibi gözüken yöntemlerdi: Bombalı intihar saldırıları ve yabancıların kaçırılması. Pek yaygın olmayan bu iki yöntemle ilgili Hizbullah’ın bünyesindeki tartışmalar, usul konusuna yeni bir aydınlık kazandırıyor. Herkesi tehdit eden bir felaketin ve yıkımın ortak endişesinin çaresiz bırakan acımasız baskısı altında; uygulanan usulün ahlakiliği, doğruluğu ve zorunluluğu ayarlanabilir, usulüne uydurulabilir ve hatta yeniden oluşturulabilir.

Hizbullah’ın Sözcüleri

Bu iki sorun üzerine geliştirilen kanıtların içeriğine geçmeden önce, bunları dile getirenleri tanımamız gerekiyor. Hepsi İslami bir Lübnan hakkında aynı görüşü paylaşıyorlar. Bununla birlikte onları Hizbullah’a getiren yollar da, Hizbullah davası hususundaki görüşleri de birbirinden çok farklı. Hizbullah’ın görev ve sorumlulukları hakkında değişik bakış açılarına sahipler; mücadele sürecindeki kıdemleri, hitap ettikleri topluluklar, İran’a ve Hizbullah’ın diğer yöneticilerine olan bağlılıkları hep farklı. Şii imamların ise ilmi seviyeleri aynı değil. Hizbullah’ın İran devrim muhafızlarıyla Bekaa Vadisi’nde giriştikleri operasyonlar liderleri, en ortak noktada buluşturan husus. Hüseyin el-Musavi din adamı olmayan tek kişi. Nebşit köyünde doğmuş, (Bekaa’da), 40 yaşlarında. Emel hareketinin üst düzey bir yetkilisi olmadan önce edebiyat öğretmeniydi. Sık sık gidip geldiği İran’la olan ilişkilerden sorumlu. Emel ile, lideri Nebih Berri’nin Ulusal Selamet Komitesi’ne katılma kararı alması sonucu 1982’de arası açıldı. Böylece Bekaa’ya yönelip, orada İslami Emel hareketini meydana getirdi. Artık bu hareket, Hüseyin el-Musavi’nin kişisel ağırlığı olmasına rağmen, Hizbullah’a dahil olmuş durumda. Bekaa’da, Hizbullah’ın iki genç Şii dini lideri var. İkisi de Necef’de medresede okumuşlar. Şeyh Subhi el-Tufayli. 1948’de Bekaa’da Brital köyünde doğmuş, Necef’te 7 yıl eğitim görmüş, kısa bir süre de Kum şehrinde okumuş. Gençliğine rağmen, Bekaa’nın etkin imamları gibi onun da hatırı sayılır bir saygınlığı var. Şeyh Abbas el-Musavi, 1952 Nebşit doğumlu. Necef’te (1978’de Baalbek’e gelmeden önce) aynı medreselerde 8 sene okumuş. Bugün kurulmasına yardıma olduğu bir bölge okulunda ders veriyor. Bekaa imamları, kendilerine özgü bir çizgi oluşturma girişiminde olmadıklarını belirtiyorlar. “Bizim İran İslam devrimiyle olan ilişkimiz” diyor Tufayli, “bir abinin kardeşiyle, bir askerin üstüyle olan ilişkisi gibidir.”13

Beyrut’ta, Hizbullah’ın resmi sözcüsü Seyyid İbrahim el-Emin’dir. Zahle yakınlarında Nabi Ayla’da 1953’te doğdu. Eğitimine Necef’te başladı, ama Kum’da, gördüğü uzun bir eğitim süresi sonunda tamamladı. Emel’i Tahran’da temsil etti. O da Emel’le 1982’de bozuştu, önce Bekaa’ya, sonra da Beyrut’a gitti. Beyrut’ta İran konsolosluğuyla ilişki içerisinde. Ama o da vaizlik görevini sürdürüyor.

Çok ilginçtir ki Hizbullah’ın dini lideri olarak tanınan kişi ise hem bu konumunu, hem de Hizbullah’la olan tüm ilişkisini reddediyor. Bununla birlikte, Ayetullah Seyyid Muhammed Hüseyin Fadlullah siyasi yükselişini hareket üzerindeki inkar edilemez etkisine borçlu. Hizbullah’a bağlı Şii imamların en etkilisi ve hiç şüphesiz Lübnan’da İslam Cumhuriyeti davasının en zeki ve en tutarlı savunucusu o. Fadlullah 1935, Necef doğumlu. Babası Güney Lübnan’ın Aynata köyünden. Necef’te radikal alimler tarafından yetiştirilmiş, ama bir diğer müderrisin de etkisine maruz kalmış; Ayetullah Ebu’l-Kasım Hoi, kendini ilme adamasıyla tanınmış, siyasetten uzak kalmıştır. Fadlullah Beyrut’a 1966’da geldi. Halkın hizmetinde vaizlik, eğitmenlik ve yazarlık yapmaya burada başladı. İran devrimiyle birlikte kendisini siyasetin içinde buldu. 1982 İsrail işgali sonrası Lübnan’daki yabancı tahakkümünü eleştiren ve İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasına ilişkin yazılar yazdı.14

Fadlullah, küçük hesapların ve basit hedeflerin peşinde değildir. Yalnız Hizbullah içinde değil, aynı zamanda Emel içinde, hatta Lübnan’ın dışındaki Şiiler içinde bile kendisine taraftar toparlamaya çalışır. Aynı zamanda hareketin İranlı rehberleriyle olan ilişkilerinde dahi ihtiyatlı davranır, zira içinde yetiştiği Lübnan kültürü onu onlardan ayırır. Fadlullah’a göre, Lübnan İslam Cumhuriyeti hemen kısa bir gelecekte gerçekleşebilecek bir iş değil; zira yabancı destekçileri de dahil olmak üzere bir çok grup açıkça birbirlerine karşı.15 Tüm saldırı ve tehditler bu grupların birbirlerine olan muhalefetini kıramadı. Belli bir savaş, iman savaşı bu karşıtlıkları yavaş yavaş zayıflatabilir. Fadlallah da, kendisini Lübnanlı milislerin siyaset batağından uzak tutan bir din adamı ve sonuçta hepsinin arabulucusu olarak bu girişimin mimarı olmak düşüncesinde.

Böylelikle Fadlullah, kendisinin Hizbullah’ın ruhani ya da asli lideri olarak gösterilmesini doğru ve yararlı bulmuyor. Hareketin, İran etkisi altındaki önemli bir parti olarak başkalarının kararlaştırmış olduğu eylemlerin ağır sorumluluğunu üzerine almak için hiç bir sebep görmüyor.

Ayrıca, daha sonra (ileride) etkinliğini Hizbullah’ın sınırlarının ötesine yayma imkanını kendisine sağlayacak bir konumu göz önünde bulunduruyor ve şimdiden saf dışı kalmak istemiyor.16 Fadlullah da bu konuda sürekli açıklamalarda bulundu. Eğer Hizbullah’ın lideri olsaydı “Bunu söyleyebilmek için yeterli derecede cesarete sahiptir. Fakat böyle bir şey sözkonusu değil.” Açıklayabildiği tek şey: “Silahlı veya silahsız hiç bir grubun davranışlarından sorumlu değilim.” Hizbullah’a açıkça bağlanmış imamların tersine, o, Hizbullah’ı, Lübnan’daki diğer milis gruplarıyla aynı yapıda bir hareket olarak kabul ediyor. Hizbullah, Lübnan’daki diğer silahlı direniş grupları gibi bir grup (parti). Hukuka uyabilir ya da onu çiğneyebilir. Diğerlerine nazaran daha hafif olsa da hatalar yapabilir.17 Fadlullah Hizbullah’ın içerisinde bağlıları bulunduğunu kabul ediyor, ancak hareketin “dini lideri” etiketini reddediyor.18

Bütün bunlara rağmen, Fadlullah Hizbullah’ta bir araya toplanmış din adamlarının resmi hiyerarşisi içerisinde zirvede bulunuyor. Statü olarak ve ilmi yönden onlardan üstün. Hareketin bütün toplantılarında hazır bulunan ve kendisine danışılan bir kişi. Kendini feda etmiş olan bağlılarından çoğu Hizbullah’ın çizgisinde, üyeleri Beyrut’ta Bir el-Abid Sokağı camisini dolduruyorlar. Hizbullah toplantılarında onun camisini kullanıyor ve belki de muhtemel suikast girişimlerine karşı onun can güvenliğini sağlıyor. Hizbullah’ın yöneticileri arasında karşılıklı sıkı bağlar var. İranlı liderler ve Fadlullah, birbirlerini ne kadar kıskanırlarsa kıskansınlar ortak kaderleriyle birbirlerine bağlılar. Hizbullah’ın üyeleri İmam Humeyni’ye bağlılık yemini ediyorlar, ancak bu hareketin Lübnanlı taraftarlarına doğrudan bir şey ifade etmiyor, zira bu yeminin belagat etkisi Farsça ile sınırlı kalıyor. Üstelik İran’ın İslam Cumhuriyetçiliği mesajlarının Hizbullah’a iletilmesi işleminde, başarısı, Fadlullah’ın Arap diline hakimiyetine ve belagat gücüne bağlı. Bu noktada Fadlullah sadece bir aracı olamıyor, zira onun da kendine özgü bir programı var. Ancak bu hizmetin başarıyla gerçekleştirilebilmesinde hiç bir Lübnanlı Şii din adamı onun verimliliğine yaklaşamıyor.

Adı bu bağlamda zikredilebilecek olan diğer birçok Hizbullahi din adamı daha var. Bunlar arasında: Şeyh Muhammed İsmail Halik (Beyrut’taki bir İslam enstitüsünün kurucusu ve Lübnan’da Ayetullah Muntazeri’nin temsilcisi); Şeyh Zuhayr Kanj (Hizbullah tarafından desteklenen bir grup din adamının lideri), Şeyh Mahir Hammud (aynı grubun bir yöneticisi olan Saydalı bir Sünni) Şeyh Muhammed Yazbek (Baalbek’teki bir İslam enstitüsünün kurucusu), Şeyh Hasan Nasrullah (Güney’deki Şii direnişi içersinde çok aktif) ve Güney Lübnan’daki köy ve şehirlerdeki bir çok vaiz yer alıyor.

Hizbullah’ın tam bir analizini yapmak onların fikirlerini ortaya koyacaktır. Ancak buradaki açıklamalar hareketin içerisinde en çok göze çarpan temsilciler tarafından yapılmaktadır.

İntihar ve Şehitlik

1983 ilk yazı ile 1985 yazı arasında Lübnanlı Şiiler tarafından gerçekleştirilen intihar saldırıları furyası yüzünden bugün artık Hizbullah tüm dünya tarafından tanınıyor. Bu saldırılar Lübnan’daki ABD, Fransa ve İsrail hedeflerine düzenlendi ve bu önemli güçleri bölgedeki politikalarını yeniden gözden geçirmeye mecbur bırakılabilecek kadar şaşırtıcı başarılar zincirini oluşturdu. Bu operasyonlar esnasında intihar komandoları onlarca hatta yüzlerce kişiyi öldürdüler.

İslami Cihad saldırıları üstlendi ve Hizbullah’ın önde gelen sorumluları bu operasyonlarla ilgileri olmadığını iddia ettiler. Bununla birlikte intihar komandoları Hizbullah’a daha çok yarar sağladılar. Bununla birlikte, bu parlak başarılara ulaşan bu saldırılar, dini coşku ve ruhun mevcut maddi güçlerdeki zayıflıkları telafi edebileceği fikrini aşıladı ve böylece Hizbullah, bağlılarında diğer hiç bir milis grubunun ulaşamayacağı bir sadakat ve kendini feda etme duygusuna sahip oldu. Bu noktadan sonra bunların varlığından habersiz gibi davranmak mümkün değildi. Hareketin liderleri, kendilerini dışarıda tutmaya devam ederek, ama bir yandan da bu eylemlerin sorumlusuymuşçasına bir üslupla, bu eylemlerin kesinlikle Allah yolunda kendini feda etmek olduğunu belirterek onları meşrulaştırdılar.

Bir anlamda Beyrut’taki Çok Uluslu Güç’e bağlı Amerikan ve Fransız kuvvetlerine karşı 1983 Ekimi’nde giriştikleri etkili intihar saldırıları basit bir mantık içerisinde rayına oturtuluyordu. İslami Emel’den Hüseyin el-Musavi eylemleri yabancı işgaline karşı yürütülen savunma hareketleri olarak görüyordu. “Biz Emel örgütü olarak, bu operasyonlarla hiç bir ilgimiz olmasa dahi izledikleri yöntem ne olursa olsun kendilerini savunan insanların yanındayız.”19 Onun gözünde, Çok Uluslu Güç, Lübnanlı müslümanlara karşı silahlı saldırı içerisinde bulunan askeri bir kuvvetti. Beyrut’un güneyindeki banliyölerde yerleşmiş ve ülkenin tüm camilerindeki Şii vaizlerin yaydığı zihniyet buydu. “Bu saldırıların yanındayım.” diyordu Müsavi. “Amerikalılar ve Fransızlar düşmanımız olan Falanjist ve İsraillilere müslümanlara karşı yardım etmek için Beyrut’a geldiler, İsraillilerin Beyrut’a girmelerini sağlayabilmek için Filistinliler’i sürdüler.”20 Müsavi bu olayları üstlenen İslamî Cihad üyelerinden kimseyi tanımadığını açıklıyordu. Ancak daha sonra şu açıklamayı yapacaktı: “Onların Lübnan’daki Amerikalı ve Fransızlara karşı düzenledikleri şerefli saldırıları destekledim. Sürekli tekrar ettiğimiz gibi onlarla bir alakamız yok, ama kendilerine saygı duyuyoruz, tüm kalbimizle destekliyoruz ve yaptıkları işlerin büyüklüğü önünde eğilmeyi kendimize bir borç biliyoruz.”21

Şeyh Abbas el-Musavi, (Bekaa Vadisi’nde Hizbullah lideri) saldırıların bütün müslümanların fikirlerinin bir yansıması olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyordu: “Çok Uluslu Güç böyle davranmamalıydı. Birinin kapısına vurduğunuzda içeriye girmeden önce cevap beklemelisiniz,”22 Seyyid İbrahim el-Emin’e göre, (Hizbullah’ın Beyrut’taki sözcüsü) “bu haksız işgal son model silahlarını denemek için Lübnan’ı bir askeri laboratuvar haline getiren Amerika yüzünden meydana gelmişti.” Şöyle ekliyor; “düşmanlarımıza karşı kendimizi savunmak bizim hakkımızdı. 1983 Ekim’i saldırıları özel bir saygı görmeyi hak ediyor. Zira insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir direniş.”23 Hizbullah’ın liderleri, Çok Uluslu Güç’ü barışı sağlamak amacı güden bir güç olarak değil, sadece savaş zamanlarındaki ‘düşman güç’ olarak görüyorlardı. Öyleyse bu saldırılar tarafsız hedeflere karşı girişilen terörist saldırılar değil, düşmana karşı girişilen askeri saldırılardı. Sadece Hizbullah değil, diğer Lübnanlı örgütler ve İran’la Suriye’de, büyük heyecan uyandıran askeri operasyonlarda olduğu gibi bu saldırılara da alkış tutuyorlardı. Lübnan’daki İsrail kuvvetlerine karşı girişilen saldırılar da aynı şekilde tasvip görüyordu.

Müslümanların kendi hayatlarını önceden tasarlanmış bir şekilde feda etmelerini içeren bu saldırılar Hizbullah içerisinde en büyük ahlaki sorunu oluşturuyordu. Sık sık tekrarlanmasıyla Şii din adamlarının gündemine gelen suikastler İslam tarafından intiharın yasaklanmasından dolayı Hizbullah içerisinde de genel bir kabul görmüyordu.24 (Yazarın Lübnanlı müslümanların istişhadi eylemler olarak tanımladığı Allah’a teslimiyetin zirvesi olan bu eylemlerin intihar olarak tanımlaması, kendisinin siyonist amaçlı ve propaganda ağının bir parçası olduğunu açığa vurmaktan başka ne ifade edebilir ki? Yalnız Lübnanlı değil, tüm dünya müslümanlarınca takdir ve gıpta ile anılan bu eylemler hakkında Hizbullah içinde tartışma olduğuna ilişkin iddialar ise tümüyle asılsız ve uydurmadır. [ç.n]) Bazı eylemciler yöntemin mesajı gizlemesinden dolayı üzüntü duyuyorlardı: Bu saldırıları yorumlamaya davet edilen birçok psikolog, bunların siyasi olmaktan çok klinik vakıalar olduğunu ileri sürüyorlardı. Bu yorumlamalar; eylemlerin, ruhsal dengeleri bozuk kişiler tarafından gerçekleştirildiği ve hatta bu yüzden İslami Cihad’ın eylemlerden sonra bile eylemcilerin kimliklerini saklamak zorunda kaldığı hakkında yükselen dedikodular Şii kesimi üzerine hiç de etkisiz olmuyordu. Eğer durum böyle ise, eylemlerin sorumluları -İslami Cihad adıyla bunları tasarlayıp organize edenler- akli melekelerini tam anlamıyla kullanamayan dengesiz gençlerin psikolojik sıkıntılarını istismar etmiş oluyorlardı.

Bu sorunu vaaz, söylev ve röportajlarında düzenli ve sistemli olarak dile getiren Seyyid Hüseyin Fadlullah oldu. Bu ihtiyatla ele alınması gereken bir konu olmasına rağmen bundan kaçınamazdı. Lübnan Ordusu ve Lübnan kuvvetleri (Falanjist) istihbarat örgütlerinden kaynaklanan ve Amerikan basınının ifşa ettiği Fadlullah’ın, eylemcilere eylemlerinden hemen önce dini bir özel izin belgesi verilmesini kabul ettiği söylentisi yayılıyordu.25 Bu suçlamaya karşı derhal kesin bir yalanlama açıklandı. Bu suikastlerin ahlaki sonuçlarının analizinden önce çözülmesi gereken bir zorunluluktu. Bunu yapabilmek için kendisini dini konuların yorumunu yapabilecek bir pozisyona getiriyordu. Ve Hizbullah içerisindeki bekleyiş başlamıştı. Operasyonlarda izlenen yöntem ahlaki açıdan kabul edilebilir miydi, edilemez miydi?

İlk açıklamaları her iki anlama da çekilebilir vaziyetteydi. Şüphelerden biri, içinde bulunulan toplu durumla [konjonktür] ilgiliydi. Saldırıların gerçekleştiği süreç içerisinde, Amerika’nın daha saldırgan bir tavır takınması hususunda ve güney banliyöye karşı girişilebilecek muhtemel misillemeler konusunda kaygılarını dile getiriyordu. Suikastler, emperyalizmin planlarını gerçekleştirebilme hususunda elverişli bir ortam yaratabilirdi. Bu, iki bombalama eylemiyle doğrulandı. Ve ABD Greneda’yı işgali ve Lübnan üzerinde politik baskılarını arttırmak için bunu fırsat bildi.26 Fadlullah’ın saldırıların sonuçlarının Amerika’nın kararlılığı üzerindeki şüpheleri süratle ortadan kalkıyordu. Saldırılar bu kararlılığı sarsıyor ve Çok Uluslu Güç’ün geri çekilmesini hızlandırıyordu. Ve Fadlullah suikastlerde izlenecek yöntem sorunuyla hem ahlaki hem de fıkhi yönden karşı karşıya kalıyordu. İnananlar tarafından sorulara boğulmuş olan Şii din adamları da ondan izlenecek yol hakkında bir tutum bekliyorlardı. Bazıları açık bir fıkhi hüküm (intihar saldırıları hakkında bir fetva) bekliyorlardı.

Fadlullah kanunların tüm ayrıntılarını biliyordu. Şunu açıklamakta da tereddüt etmiyordu; “Kişisel yorumumdan yola çıkarak, siyasi hareket içerisindeki intihar taktiğine başvurulmasına ait bazı çekincelerim var.”27 Ve böylece, bütün baskılara rağmen, bu konuyu kesin bir kurala bağlamaya ikna olmuyordu. Kişisel hareketleri överken, seri bakımdan da bir sorun olan “yöntem” hususunda üstü kapalı da olsa izin vermekten sakınıyor. “Birçok kez açıklamaya çalıştığım gibi büyük güçlüklerle karşılaşıldığı zaman hariç, operasyonlar haklı gösterilemez. Operasyonların başladığı günden beri hiç bir fetva vermedim. Tam tersine, bir fetva alabilmek için bütün bu talepleri geri çevirdim. Bu eylemlerin olumlu yönleri olmakla beraber olumsuz noktaları da oldukça fazla.”28

Fakat bu ikilemli durum onun anlayışıyla uyum içinde. Kendi felsefi hipotezine göre “doğal olarak dünyadaki her olayın bir olumlu ve bir de olumsuz yönü vardır.”29 Ve “her iyi şeyin içinde bir kötülük ve her kötülüğün içinde bir iyilik vardır.”30 Kendine özgü koşullan göz önüne alınmadan hiç bir saldırı eylemi haklı veya haksız gösterilemez. Operasyonların kendine özgü durumlarını incelerken, Fadlullah kesin bir fetvaya yanaşmadan yapılabilecek en açık tasvip yolunu gösteriyor.

Her şeyden önce, sınırsız güçlerini istedikleri gibi kullanan Amerika ve İsrail’in karşısında müslümanların yapacakları başka bir şey kalmamışta. Diğer alternatiflerin yokluğu karşısında alışılmadık yöntemler kabul görebilir, hatta zorunluluk haline gelebilir: “Eğer mazlum bir halk, silahlarının kendilerine güç verdiği Amerika ve İsrail’le boy ölçüşemiyorsa o halde pek alışık olunmayan silahlara başvurabilir. Zulüm, mazlumların her gün yeni silahlar ve yeni güçler keşfetmesini sağlayabilir.”31 Güçler arası oransızlıkları bu yöntem ortadan kaldırıyor. “İki düşman devlet veya mazlum milletlerle emperyalistler arasında ne zaman bir çatışma olsa, taraflar kendi silahlarını çoğaltacak, rakibininkileri ise donduracak çareler arar. Örneğin mazlum milletler teknolojiye sahip değillerdir ve yakıp yıkan araçlar Amerika ve Avrupa’nın elindedir. Üçüncü dünya ülkelerindeki mazlum müslümanların alışılmışın dışındaki yollardan çok basit araç ve imkanlarla saldırgan güçlerin terörizmine karşı durmasına kafamızı takmadan şunu ifade etmeliyiz ki biz saldırgan milletlere karşı halkların en alışılmadık olanlar da dahil her metodu kullanarak savaşmasını meşru bir hak olarak tanıyoruz. Biz bunu dünyayı yöneten emperyalist güçlere karşı girişilen dini yönden de haklı bir savaş olarak görüyoruz.32 Mazlumlar emperyalizmin müthiş gücüne karşı açık şekilde dezavantajlı olduklarından güçlerin dengesi, kendini savunma gerekliliği içerisinde klasik olmayan özel savaş yöntemleri gerektiriyor.

Fadlullah klasik olmayan yöntemlerin gerekliliğini kabullenmiş olsa da içlerinde intihar saldırıları gibi aynı zamanda İslam hukukuna da aykırı olabilecek yöntemleri aynı kolaylıkla kabul etmiyor. İslami kanunlara titizlikle bağlı olanların önüne hafifletici sebepler ileri sürmek yetmez. Bu konuda Fadlullah’ın tezi çok zekice oluşturulmuş. “Böyle girişimler kendi genel durum bütünlüklerinde ele alınmalıdır.” Eğer bir militan normal şartlarda çarpışamayacağı düşmanına bu tür siyasi bir şok uygulamayı düşünüyorsa, o halde onun kendisini feda etmesi bir dini savaş, bir cihad eylemi olabilir. Onun mücadelesi, normal bir askerin çarpışmasından farksızdır, Tek farkı birinin normal savaş yöntemleri çerçevesinde kalması diğerinin ise kalmaması.33 Fadlullah hiç kimseye kendini havaya uçurmasını söylemediğini belirterek şöyle diyor: Müslümanlar, elde bir tüfekle olduğu kadar, kendini canlı bir bomba haline getirerek de savaşılabileceğine inanıyorlar; zaten elde bir tüfekle ölmekle, kendini havaya uçurmak arasında bir fark yoktur.34

İşte Fadlullah’ın tezinin düğüm noktası burada. Bombalı saldırı sırasında ölmenin daha sıradan bir şekilde içlerinden bazılarının geri dönmeyeceklerini kesinlikle bilerek, ama verecekleri kurbanların ortak davaların birer sembolü olduğunu düşünerek savaşa giden askerlerin durumlarından hiç farkı yoktur. “Acaba on düşman askerini öldürdükten sonra öleceğinizi bilerek on kişiyi öldürmek için savaş meydanına atılmakla kendiniz ölürken onları da öldüreceğinizi bilerek bu işi yapmak arasında bir fark var mıdır?” Fadlullah olmadığını savunuyor, işte psikologların anlayamadıkları da bu. Onlar bu eylemlerde sadece, “büyüleyici bir cennet hayaliyle” beyinleri yıkanmış insanların kaçınılmaz davranışlarını gördüler. Ama psikologlar ne zulüm, ne de onun tahrik etkisi üzerinde hiç bir şey bilmiyorlar. Zira “hiç aç kalmamış biri, açın çığlıklarını anlayamaz.” Bazı siyasi düzenleri değiştirme amacı güden müslümanlar vardır ve bunlar ölseler dahi, davaları ilerlemektedir. Böyle bir ölüm ne trajedi ve ne de zihinsel bir bozukluğun neticesi değildir. Düşünüp taşınarak canlı bir amaca hizmet için karar verilmiş bir ölüm umutsuzluk hissinden uzak, davasına hizmet amacı güden bir eylem, intihar kamyonlarının sürücüleri ölüme gülerek gidiyorlar ye basının dediği gibi düş görmüyorlar, onlar davalarını bir adım daha öne götürebilmenin dayanılmaz sevincini kalplerinde yaşıyorlar.35

Fadlullah böylece; İslam’ın hayrına hizmet ettiğinin farkında olduğu, amaçları ve sonuçları ile tamamen ve tam bir şuurla gerçekleştirilen eylemleri geçmişe dönük olarak tasvip etti ve onayladı. Ama kendisi hiç bir fetva vermedi ve bu çeşit hiç bir eylemi önceden onaylayacağı ve doğru bulacağı umudunu yaratmadı. Sadece bu uğurda kendisini feda edebilecek, arzulu ve kesin kararlı ve caydırılması güç insanlarla bu işe giriştiğini belirtiyordu.36

Böylece onun ahlaki mantığı birbirine muhalif ama aynı zamanda birbirini tamamlayıcı iki teoreme dayanıyordu. Müslümanların davası haktı ve olağanüstü imkanlara bağlıydı; ama bombalı intihar saldırıları o kadar olağanüstülük ifade etmiyordu. Ve dikkatlice yaptığı değerlendirmeyle bu saldırılarda ölen müslümanların savaş meydanlarında ölen diğerlerinden farklı olmadıklarını ortaya koyuyordu. İslami Cihad’a gençleri vicdan huzuru içinde silah altına almak ve onları intihar eylemleriyle görevlendirmek için imkan tanıyan şey, işte bu ahlaki olarak kendini sorumluluktan kurtarma mekanizmalarıydı. Karşıdakinin insan olduğunu yok saymaya kadar uzanan daha basit sorumluluktan kaçma mekanizmalarından37 farklı olarak bu karmaşık mekanizmalar Hizbullah’ın mollalarına, söz götürmez bir şekilde insanlıkları apaçık olan -müslüman- hayatların Allah yolunda feda edilmesini onaylama rahatlığını ve özgürlüğünü tanıyorlardı. İşte ahlaki ikilem, bu hayatların hangileri olacağı noktasında ortaya çıkıyordu. Bir kumandan, klasik bir operasyonda sorumlu olduğu askerlerden bazılarının ölümle burun buruna olduklarını bilir, ama hangileri olduğunu kestiremez. Bu Allah’ın takdiridir veya kaderdir veya tesadüftür. Kumandanın bütün kişisel sorumluluklarını ortadan kaldıran ve kurbanlarını kendisi saptayan bir tesadüf. Ama İslami Cihad’ın liderleri tarafından düzenlenen operasyonlarda, aynı basit ayrıştırma yöntemiyle sorumluluğun giderilmesi imkansızdı. Böylece Hizbullahi mollalar, Fadlullah’ın ispatlarının yansımalarıyla titizlikle en üst düzeye vardırılmış karmaşık bir mantık örgüsü hazırlarlar.

Gerçeği söylemek gerekirse, Fadlullah’ın mantığı Hizbullah bazında fazla dolambaçlı, zaten diğer din adamlarının açıklamalarında bu fikirler daha sadeleşmiş bir şekilde yerini alıyor. Onlardan biri intihar operasyonlarının mutlak manada ne yasaklanabileceğini, ne de geçerli sayılabileceğini söylüyordu: Onların kabul edilebilirliği şartlara göre değişir. Tüm müslümanlar, muhtemel ölçülerde dini kaide olarak hayatlarını korumakla yükümlüdürler. Ancak kafirlerin saldırılarını İslam’ın iyiliği için defedenler cennete gideceklerdir. “İnanıyoruz ki, aslında düşmana karşı yapılan bu intihar saldırılarının mimarları cennetliktirler.”38 Fadlullah ise tam tersine eylemler sırasında ölen müslümanlara böyle bir güvence vermedi. Diğer din adamları ise, ortaya koyduğu fikri doğrulama ve açıklamaların, müslüman bir fakihin fıkhi hükmü yerine geçebileceğine ikna olmamışlardı.

Hizbullah’taki ikinci derecedeki din adamlarından birine göreyse; şehadetin bir zorunluluk olarak algılandığı (intihara karşı istişhad) bu eylemler “bizden ilham alan gençlerimiz tarafından gerçekleştiriliyor. Bu eylemler konusundaki değerlendirmelerimi sormaya gelenlere bunun en yetkili kişilerden, yani İmam Hoi veya İmam Humeyni’den alınacak bir fetvayı gerektirdiğini zira bir müminin fıkhi esasları göz önüne almadan hiç bir şey yapmaması gerektiğini izah ettim.” Lübnan’daki İsrail kuvvetlerine karşı intihar saldırısı düzenledikleri bilinen üç kişi adeta şehadeti kendilerine bir zorunluluk veya kural olarak benimsemeleri bir fetvaya uygun olarak yapılmış gibi ödüllendirildiler.39

Hizbullah içindeki birçok kişi; açıkça belirtmese de bizzat Fadlullah’ın da ima ettiği geleneksel fetvaların kamuoyunun tercihini kazanmasından dolayı, entellektüel açıklamaların, bu eylemlerin meşru kabul edilebilmesi için gerekli olmakla birlikte tek başlarına yeterli olmadıkları görüşünü taşıyordu. Bununla birlikte, bu fetvaların taşıyacağı mantık, Fadlullah ve Hizbullah’ın diğer liderlerinin intihar saldırılarını meşrulaştırdıkları açıklamalarında yürüttükleri mantıktan hiç de farklı olmayacaktı.

Çok Uluslu Güç’ün geri çekilmesi ve İsrail kuvvetlerinin güneye doğru gerilemelerinden sonra ağır düşman kayıplarına yol açan operasyonlar azaldılar. Daha sonra, benzer eylemler Hizbullah’la aynı ideolojik potada olmayan gruplarca da düzenlendi. Bu saldırıları önlemek için karşı tarafın aldığı önlemler sonucu, eylemlerin yöneltilebileceği potansiyel hedeflere ulaşmak ve onları imha etmek çok zorlaştı. Bazı denemeler de önemli sayıda masum Lübnanlı’nın ölümüne yol açtı. Aynı zamanda Hizbullahî savaşçılar, Bekaa’daki İran kamplarındaki gelişmelerden yararlanmaya başladılar, üstelik Güney Lübnan ordusuna karşı konvansiyonel ve etkili saldırılar düzenleyebilecek seviyeye gelmişlerdi.40

Koşulların farklılaşmasından dolayı intihar saldırısı usulü terk edildi. 1985 yılı sonunda, Fadlullah yaklaşımdaki değişikliği doğruladı: “İntihar saldırıları yönteminin; sadece ve sadece eğer bir insanı kendi vücudunu tahrip gücü yüksek bir bomba haline getirmeye sevkeden coşkulara eş değer siyasal ve askeri değişimler meydana getirebildiği takdirde uygulanabileceği inancındayız.” Fadlullah geçmişte İsrail kuvvetlerine karşı girişilen operasyonları “İsraillilere hatırı sayılır zararlara yol açan başarılar” olarak nitelendiriyordu. “Ancak artık sadece bir binayı yıkarak sınırlı zararlar verebilen ve karşılığındaysa düzenleyenin hayatına mal olan bu eylemler içinde bulunduğumuz koşullarda uygun değildirler.”41 Fadlullah sonuç olarak bu olağanüstü yöntemin meşruiyetini başarısına bağlıyordu. Eğer başarı artık sağlanamıyorsa o ana kadar ahlaki mantığın önüne set çektiği çekinceler yeniden belirirler, İslam hukukunu gayet iyi bilen Fadlullah ve diğer Hizbullahî mollalar sadece başarılı sonuç vermesinin bu eylemleri meşrulaştırmalarına yettiğini hiç bir zaman kabul edemediler.

Ancak artık eskisi gibi göz alıcı başarılar söz konusu olmayınca bütün karşı deliller ortaya döküldüler. Fadlullah’ın “İslami model”42 olarak yaptığı tanımlamaya göre düzenlenen böyle eylemler kesildiler ve sorun artık Hizbullah liderlerinin yorumlarında sık sık ifade ettikleri şekliyle bir daha ortaya konmadı.43

Suçsuz Rehineler ve İslamî Ahlaka Uygunluk

1982 Temmuz’unda Beyrut’taki Amerikan Üniversitesi’nin Amerikalı bir yöneticisi, David Dodge, İran’la ilişkili Lübnanlı Şiiler tarafından kaçırıldı. Rehin alma eylemi aşağı yukarı Lübnan’daki bütün silahlı grupların siyasal birikimlerinin bir parçasıydı ama şimdiye kadar rakip milisler tarafından esir tutulan arkadaşlarının serbest bırakılması veya rakiplerinin gözünü korkutmak amacıyla yalnızca birbirlerine karşı bu eylemlere girişmekteydiler. Siyasi gruplar kendilerini rakip olarak görmediklerinden dolayı, yabancılar kendilerini bu tür saldırılara karşı güvenlikte hissediyorlardı. Ancak İslam Cumhuriyeti fikrinin Şiiler arasındaki yükselişi bu hayale kapılmaya bir son verecekti. Lübnan’da ve Körfez’de, İran tarafından İran İslam Devrimi’nin düşmanları olarak görülen Fransa ve Amerika’nın vatandaşları Lübnan’daki yabancı çoğunluğu oluşturuyorlardı. Dodge’un kaçırılmasından sonra, Amerikalılar ve Fransızlar İslamî Cihad adına rehin alınma korkusuyla yaşar olmuşlardı. Hizbullah’ın yöneticileri bombalı intihar saldırılarında olduğu gibi mantıklı davranıyorlardı: Bu rehine alma faaliyetlerinin başındaki kişi ve grupları taramadıklarını belirtiyorlardı. Ancak elde edilen bilgiler bunların İran ve Hizbullah tarafından kontrol edildiğini gösteriyordu.

Bu rehin alma ve kaçırma faaliyetleri Lübnan’da “İslam Cumhuriyetçiliği” davasına birçok yönden yaradı. Bu, her şeyden önce 1983 Aralığında Kuveyt’te gerçekleştirilen bombalı suikastlerden yargılanan Şiiler’in ve düşman eline düşmüş İslam devrimi komandolarının serbest bırakılmalarını sağlayabilmek için iyi bir ortamdı. Bazı Fransız ve Amerikalı rehinelerin tutuklanma işini kontrol eden Lübnanlı bir Şii, Kuveytli mahkumlardan birinin kayınbiraderiydi ve sürekli olarak onların serbest bırakılmasını istiyordu. Rehin alma eylemi, aynı zamanda düşman devletlerden siyasal ve ekonomik tavizler koparmak için kullanılabilecek bir yöntemdi: Zira Amerika’dan silah sağlanması ve İranlılar’a konan ambargoların kaldırılması karşılığında onlardan bazılarının serbest bırakıldıklarını biliyoruz. Bu; düzenli olarak sürdürüldüğünde korkudan yılmış olan yabancıların kovulması gibi ilave faydalar da sağlayabilecek bir yöntemdi. Onların kaçmaları yabana desteğine güvenen yerli işbirlikçilerinin güvensizliğini artıracak ve İslam devrimine karşı çalışan yabancı ajanların işlerini daha da zorlaştıracaktı. Bu eylemler, rehineler ellerinde olduğu müddetçe eylemcilerin muhtemel saldırı ve misillemelere karşı dokunulmazlıklarını da sağlıyordu. Bu uzayıp giden rehin almalar süper güçlerin zayıflığım göstererek eylemcilerin morallerini yükseltiyor ve durum bu noktaya gelene kadar görmezlikten gelinen geçmişteki haksızlıklar üzerine de dikkat çekiyordu.

Ancak rehineler kişisel olarak masum oldukları ve sadece bir amaç için araç olarak kullanıldıkları için hukuka bağlı olan insanlar zor bir ikilemle karşı karşıya geliyorlar. Ne İslam hukuku ve hatta ne de İslam savaş hukuku masumların esir alınmasını hoş görüyle karşılamaz. Bu tip eylemler, İslami bir amaca hizmet etmek adına yapıldıklarından ön yargılı olmayan kişilerin ve anlayışların bile bunları İslam’ın kendisiyle özdeşleştirmeleri böylece de İslam’ın bir hoşgörü ve adalet dini olma imajından çok uzak bir şekilde algılanması oldukça mümkündür. Sonuç olarak, intihar saldırılarında da olduğu gibi, yöntemin mesajı aşması gibi bir risk ve rehinelere karşı duyulan sempatinin müslümanlara karşı bütün olumlu yaklaşımları yok etmesi tehlikesi söz konusu oluyor.

Bu kez de yabancıların kaçırılması ve idam edilmesini meşrulaştırmak için ahlaki bir mantık oluşturma ve bunu ifade etme görevi yine Hizbullah’a aitti. En basiti yabancı rehinelerin müslümanların öldürülmeleri ve casusluk olaylarıyla ilgili suçlu olduklarına dair açıklamalar yapmak. Şeyh Subhi el-Tufayli’ye göre, “tüm dünyada emperyalizmin ajan ve casusları var. Bu ajanlar kültürel veya diplomatik bir kimliğe bürünebilir. Onları durdurmak kendini müdafaa etmek kadar önemli bir olay.”44 Hüseyin Müsavi de kaçırma olaylarını kabul ettiğini söylüyor. “Şayet rehineler müslümanlara zarar verebilecek şüpheli ajan ve casuslarsa.” onayladığını belirtiyor.45 Fakat bu tür bir meşrulaştırma hiç de sağlam temellere dayanan bir açıklama içermiyor. Aynı mantıktan hareketle, casus olmadığı ortaya çıkan bütün rehinelerin serbest bırakılması gerekir. Ve hiç kimse bütün rehinelerin Batı Beyrut sokaklarında rastgele kaçırılan insanlar ve TWA 847 uçağının yolcuları da dahil olmak üzere ajan olduğunu düşünmek gibi bir saflığa düşmez. Casus olmayan yabancıların uzayıp giden tutukluluk hallerinin sürmesinin daha tutarlı bir meşrulaştırma zeminine oturtulması gerekiyordu.

Hizbullah’ın resmi sözcüsü bile bunu yapabilmekte güçlük çekmişti. Yabancı gazeteci ve diplomatların kaçırılmaları olayına İslami hükümler çerçevesinde nasıl bir yorum getirilebilir diye Seyyid İbrahim el-Emin’e sorulduğunda, cevabı şu olmuştu: “Bu benim yetki alanım dışında, onu kaçıranların kendilerine sormak lazım.”46 Böyle kaçamak bir cevap; genellikle kendi kişisel yorumunu ortaya koymasına ya da kendisini yetersiz gördüğü noktada bu konuda daha yetkin olan bir alimin görüşünü benimseyerek ifade etmesine alışılmış bir Şii din adamının toplumsal konumuyla uyuşmuyordu. Aynı şekilde Hüseyin el-Musavi de, bu noktada İslami hiç bir net açıklamada bulunmuyordu. Kendisine suçsuz insanların hapsedilmesi ile ilgili İslam’ın görüşü sorulduğunda cevap basit: “Bu sorun içki konusuna benziyor. Alkol İslam tarafından yasaklanmıştır, ancak gerekli görülen durumlarda iyileştirecek miktarda almaya cevaz verilmiştir.”47 Benzetme zayıf, ancak Hüseyin el-Musavi de İslam hukuku hususunda özel bir eğitim görmemiş.

Hizbullah’a bağlı bir din adamı rehine almanın müslüman halkları sömürgeciliğin tutsaklığından kurtarmaya yönelik olduğunu öne sürüyordu: “Bir avuç Avrupalı için arzulanan özgürlük milyonlarca müslüman için de arzulanmalı.”48 Durum şimdi bir açıklığa kavuşmuştu. Rehineciler, Kuveyt ve İsrail tarafından tutuklanan Şii müslüman grupların serbest bırakılması amacını güdüyorlardı. Hizbullah’ın resmi açıklamalarında da TWA’nın kaçırılışı ve Amerikalı ve Fransız rehinelerin tutuklanması olayları hafifletici sebeplerden dolayı haklı gösterilebilir olarak tanımlanıyordu. TWA’nın kaçırılmasına izin verilmişti. Zira işgal altındaki Filistin’de tutuklanan 700 Şii’nin kaçırılması üzerine insanî duyguları harekete geçiriyordu. ABD; 40 rehinenin alıkoyulmasına şiddetle karşı çıkarken İsrail’in eylemlerini nasıl onaylayabilirdi?49 Ama Amerikalı ve Fransızlar’ın kaçırılmasına gelince, iki ülke de mazlumları köşeye sıkıştırmaya yeltenmişler ve bu zulmün kurbanlarına da zalimlerin kendi yöntemlerini onlara karşı kullanmaktan başka çareleri kalmamıştı.50 Şeyh Abbas el-Musavi’ye “Ya bu mazlumlar rehine alma olaylarından sorumlu değiller mi?” diye sorulduğunda aynı tavrı takınıyor: “Suçlu olan sadece Amerika, Fransa ve İsrail’dir. Yaptıkları barbarlıklardan ve müslüman halklara karşı güttükleri kindar politikalardan dolayı bu olayların sorumlularıdırlar; öyleyse kendi uygulamalarının sonuçlarını kabullenmek zorundalar.”51

Bu mantığın dayanaksızlığı, hukukî ve entellektüel kaynakların yoksunluğunu gösteriyordu. Ve bu niteliklere sahip olan kişi olması Fadlullah’ı diğer Hizbullahi din adamlarından ayırıyor ve hareket için kesinlikle vazgeçilmez kılıyordu. Ama o da rehin alma ve kaçırma olayları hususunda ikna edici bir mantık öne süremiyordu, zira o da bu eylemlerin İslam hukuku ve ahlaki ölçülerle haklı gösterilemeyeceğine inanıyordu. Canlarını bombalı saldırılarda feda edenlere gösterdiği rızayı, suçsuz insanları kaçıranlara gösteremiyordu. Bu eylemlerin olumlu yönleri de olduğu bir gerçekti ve Fadlullah şu prensibinin hala geçerli olduğunu savunuyordu: “Her hayır da bir şer ve her şerde bir hayır vardır, İslami hareket, rehineler olayını, Amerika’yı politikalarını değiştirmeye zorlaması bakımından oldukça iyi kullanmıştı.52 Böylece önemli sorunlar bunlardan habersiz olan dünya kamuoyunun gözleri önüne seriliyordu.53 Bu pragmatist delillere, sınırlı ahlaki kanıtlar da eklenebilirdi. Kaçırma eylemlerinin sorumluları kendi ailelerinin serbest bırakılması tasası içerisinde, çok zor bir duruma düşmüşlerdi. Onların davaları da insani bir davaydı. Ve Fadlullah verip veriştiriyordu: “Adam kaçırma ve rehin alma olayları hakkında konuşmak hangi Amerikalı ve Fransız’ın hakkı oluyormuş? Onlar ki Ben Bella’nın uçağına zorla el konulması ve Barh’a kaçırılması gibi birçok eylemi organize ettiler.”54

Rehineler sorununun çözümünün imkansızlığı ABD’nin zarar hanesine daha baştan kaydedilmişti. ABD’li yetkililerin rehinelerin salıverilmesi için gerekli olan her türlü siyasal girişimi dışlayarak bunu Amerika’nın terörizme karşı savaşında bir prensip meselesi haline getirmeleri sorunu tam bir çıkmaza soktu. Fadlullah yabancılar sorununa, kaçırılan Lübnanlılar meselesine baktığı açıdan yaklaşıyordu: “Biz biliyoruz ki Batı veya Doğu Beyrut’ta bir Lübnanlıyı kaçıranlar bunu kaçırılan bir başka insanın serbest bırakılması için yapıyorlar.” Onun bu yaklaşımı Lübnan’daki yabancıların ilk kaçırıldıkları andan itibaren böyleydi.55 Eğer Amerikalılar takas çözümünü kabul etselerdi, rehineler meselesi dosyası başka olaylara sahne olmadan rafa kaldırılabilecekti.

Tam tersine Amerikalılar olayı uluslararası terörizm çerçevesi içerisinde daha da yokuşa sürdüler. Böylece Amerikan hükümeti, İran’la olan ilişkilerinde yeni ortamlara zemin hazırlamak ve “İslamî harekete” karşı bir “güvenlik ve siyaset programı” uygulayabilmek üzere rehineler sorununu kullanacaktı.56 Bütün bunlar olup biterken, Fadlullah rehine alıp kaçıranlarla ilgili kararını bildiriyordu. Ona göre bu eylemler İslam’a ve İslamî bir Lübnan’ın müslümanlar için olduğu kadar hristiyanlar için de daha hakkaniyetli ve daha doğru bir Lübnan olacağı hususundaki ikna edici propagandasına ciddi olarak zarar veriyordu. İslam Cumhuriyeti’ne yöneltilen muhalefet İslam’ın, fanatik kesimlerin dini olarak algılanmasından kaynaklanıyordu. Batı toplumunun gözünde, “Terörizmi İslam’ın yeniden doğuşuna bağlamak ve aşırı uçculukla [extremisme], saldırı olaylarının İslam’ın genel doğal özellikleri olarak algılanması sonucu İslam’ın gerçek yüzünün gizlenmesi” Fadlullah’ı çok üzüyordu.57 İşte Fadlullah bu imajı uygun bir yolla yıkmak istiyordu.

Maalesef bu adam kaçırma ve rehine alma eylemleri, Hizbullah’ın bünyesindeki birçok kişi tarafından gözü pekçe ve kahramanca bir cesaret örneği olarak algılanıyordu. Bu durum karşısında Fadlullah, Hizbullah kitlesini öncelikle bunların bedeli hakkında bilinçlendirme yolunu seçti. Kaçırma işlerini yapanların hatta suikastçilerin en önemli hedefleri Beyrut’taki Batı’nın bozguncu etkinliğinin merkezi kurumu olarak kabul edilen Amerikan Üniversitesi’nin profesörleri oluyordu. Fadlullah, Batı eğitim sistemiyle İslam ideolojisi arasında büyük zıtlıklar bulunduğunu belirtmesine rağmen, profesörleri rastgele kaçırmanın üniversitenin kapanmasını sağlayamayacağını ve İslam hakkında yanlış yorumlamalara yol açabileceğini savunuyordu, iman meselesini İslam’ın mesajı çerçevesinde öğrencilere sunmanın daha olumlu bir strateji olabileceğini savunuyordu.58

Beyrut’ta görevli muhabirler de rehinecilerin başka bir hedefi haline gelmişti. Hizbullah casusların sık sık, basını, gerçek yüzlerini maskelemek için kullandıklarına inanıyordu. Ama Fadlullah ikna kampanyası içerisinde gazetecilere esaslı bir rol yüklüyordu. Onları cezbederek, Lübnan’ın kendisiyle en çok mülakat yapılan kişilerinden biri haline gelen Fadlullah, böylece kamuoyunun dikkatlerini Hizbullah üzerine çekiyordu. Bu açıdan bakılırsa gazeteci kaçırma işi, onların arasında casuslar olsa dahi davaya inkar edilemez bir şekilde zarar veriyordu. Örneğin Terry Anderson, Beyrut’taki Associated Press’in büro şefi onunla görüştükten bir gün sonra kaçırılmıştı.59 Fadlullah bunu basının sağladığı kolaylıkları tehdit etmesinden dolayı kendisine yapılmış bir hakaret olarak gördü ve: “Olumsuz yönler taşısalar da görevlerini ifa etmede gazetecilere yardım etmeliyiz.”60

Ancak Fadlullah, konumundan aldığı destekle İslam ahkamını ve ahlaki yorumlamalar hususunda yetkili olarak temelden bir delil de getiriyordu. Suçsuz insanların kaçırılmaları cezayı müeyyideyi gerektiriyordu ve İslam öğretilerine tersti. “Bir devlet başkanı ile olan meseleden dolayı suçsuz insanların kaçırılması veya öldürülmesi yasaktır.”61 Zira Kur’an bildiriyor ki; hiç bir kimse bir başkasının yükünü taşımaz. “Eğer bir baba bir suç işlerse, oğluna ceza veremezsiniz. Allah herkese yaptıklarını bildirecektir.” Fadlullah burada kaçırma ve rehin alma eylemlerini “insanlık dışı ve dine aykırı” ve “İslam’a uygun olmayan yöntemler” olarak nitelendiriyor. Kurbanların; “kaçırma eylemleriyle hedeflenen rejime muhalif olmaları” ve “kendi hükümetlerinin siyasetlerine karşı çıkmaları” mümkündür. Bu suçsuzlar müslümanlara yapılan haksızlıkların da sorumlusu olamazlardı. O halde onların suçları ne idi? Eğer bunlar kaçıranların ileri sürdükleri gibi casuslarsa, o halde casusluk suçundan derhal yargılanmaları gerekir. Eğer böyle değilse onları takas için kullanmak değil, serbest bırakmak gerekir. Fadlullah bu tavrı yalnızca gazetecilerin önünde takınmıyor, aynı zamanda Güney Beyrut’un kenar mahallelerindeki camisinde de Cuma vaazlarında aynı düşünceleri tekrarlıyordu, Bu olaylardaki tüm sorumluluğunu inkar etmekle kalmıyor; ayrıca “Eğer bu olaylarla ilgim olsaydı, kendime olan saygımı yitirirdim.” diye ekliyordu.62

Aslında, Fadlullah rehinelerin serbest bırakılmasını çok canlı bir şekilde savunuyor ve kendisini ısrarla görmek isteyen birçok arabulucuyla görüşüyor. Onun amacı “Rehine kaçıranlar üzerinde psikolojik bir baskı ortamı yaratmak.”63 Fadlullah’ın bu eylemleri desteklemeyi reddetmesiyle bunları meşrulaştırma işi, bu görev için yeterli seviyeye sahip olmayan ve İslam ahkamı üzerinde Fadlullah kadar ehil olmadıkları gibi onun yorumuna da ancak üstü kapalı olarak itiraz edebilen daha küçük çaplı din adamlarına kalıyordu. Böylece rehine kaçıranlar rehinelerin video kamerasıyla çekilmiş filmlerinden veya Lübnan basınına gönderdikleri mektuplardan mesajlar göndererek davalarını bizzat savunmak zorunda kalıyorlardı. Bunlar Fadlullah’ın demeçleriyle mücadele etmeden, daha sık tekrarlanan ve daha uzun süren yöntemlerdi.

Böylece, Hizbullah rehine alma hususunda bir anlaşma zeminini bulamamış oluyordu. Fadlullah’ın basiret ve feraseti, onu, kendi takınacağı tavrı çok büyük bir titizlikle ifade etmek zorunda bırakan ahlaki bir ikileme sürüklüyordu. Hüseyin el-Musavi askerlerin veya casusların kaçırılmalarını desteklemeye devam ediyordu: “Eylemler dava için kesinlikle gerekli. Ama Beyrut’ta tahrik olmuş müslümanlar önlerine geleni kaçırmaya koyulunca rehine alma olayları kontrolden tamamen çıkıyordu. Ve bu önceden tasarlanmamış eylemlerden hiç bir olumlu sonuç çıkmadığı gibi şimdi müslümanlara çoğu kimse tarafından adam kaçıranlar gözüyle bakılıyor. Adam kaçırma eylemleri; “Hizbullah milleti için gerçekleştirilmiş olan asil eylemleri” gölgeleyecek şekilde karma karışık bir hal aldı. Musavi’nin kanıtı rastlantısal olmaktan çok belli bir amaç için özel olarak düzenlenen rehin alma olaylarım haklı gösteriyor. “İslami tercih” yöntemi olarak isimlendiriyor bunu.64 Müsavi şu sonuca bile geliyor: “Eğer rehineler suçsuzsa, ister Amerikalı ister Fransız olsun, rehine alımına karşıyım.”65 Suhbi el-Tufayli ise: “Rehineler sorunu, İslam davasını haksız gösteriyor.” diye ekliyor.66

Rehine alma yöntemleriyle alakalı olarak Hizbullah bünyesindeki artan tedirginlik harekete gayri resmi olarak bir bilinç kazandırma arayışında olan Fadlullah’ın ahlaki mantığından kaynaklanıyor. Ancak Amerika’yla İran arasındaki “rehineye karşı silah” pazarlığı ve Fransa-İran ilişkileri; özellikle de kar-zarar hesabının algılanması bu mantığı değişmeye zorlayabilir. Fadlullah, intihar saldırılarının üstün başarılar elde etmesi karşısında bunları meşrulaştıran bir ahlaki mantığı da ortaya koyarak karşılık vermişti. Eğer Hizbullah’ın bünyesinde, bu rehin alma olayları büyük başarılar olarak kabul görürse, Fadlullah’ın ahlaki itirazları basit çekinceler haline gelir ve ahlaki mantığın anlaşılması güç ama belirleyici yöntemlere göre yeniden oluşturup ifade etmesi gerekir. Aslında Fadlullah güncel tavırları içerisinde bir kapalılık arz etmiyor. Bütün rehin alma olaylarını yasaklayan bir fetva asla vermedi. Bir rehine ciddi olarak hastalandığı zaman bile izlenilmesi gereken yol hususunda fetva vermekte tereddüt etti. Aslında rehine alma olaylarına karşı bir tavır alsaydı, bu onun meslekî şerefini zedelemeyecekti. Rehineleri kaçıranlar, kendileri hakkında hiç bir suçlamada bulunmadığı için onun yaratmaya çalıştığı psikolojik ortama dayanabildiler. Fadlullah eylemler üzerine yorum yapmayan Humeyni ile ters düşmemeye oldukça özen gösterdi. Bu sessizlik ise rehineciler tarafından kendilerine destek olarak yorumlandı. Ve rehineleri Fadlullah’ın değil, İran’ın emri üzerine bıraktılar.

Hizbullah’ın Sürüp Giden Diyalektiği

Hizbullah rehineler sorunu üzerinde ayrılığa düştü. Bu belki de kaçınılmazdı; zira bir koalisyon olarak başladı ve öyle kaldı. Hareket kendini tek bir davaya adamıştı: Gelecekte Lübnan’da İslam Cumhuriyeti’nin kurulması. Ancak liderler bu amaca ulaştıracak dinamiklerin meşruiyeti ve ahlaki yapısı hususunda kendi aralarında münakaşa halindeydiler. Koalisyonun bazı üyeleri tarafından olağan dışı imkanlar kullanılması olağan dışı bir tartışma ortamına zemin hazırladı. Yalnızca din adamlarının belirlediği ölçülerde hareket edilen Şii dünyasında bu pek alışılagelmiş bir şey değildi. Bombalı saldırılar düzenleyenler, hava korsanları ve rehineciler ahlaki planda Hizbullah ve İran’a bağlılar ve alimlerin verdikleri hükümler de pek akademik değil. Bununla birlikte İslamî liderlerinin yorumları önemli hatta temel farklılıklar içeriyor.

Mülakatlardan, konuşma ve demeçlerden çıkarılabilecek bir tek sonuç var; o da Hizbullah “milleti”ni gelecekteki yolunda çok büyük iç çekişmelerin beklediğidir. Bir koalisyon olarak Hizbullah, her an çatlama ve dağılma olasılığı ile karşı karşıya. Buna rağmen Lübnan’da çekilen eziyetler Hizbullah’ın yapısını pekiştiriyor. Hareket düşmanlarının birçok kez gerilediğini gördü; bu onlarda Lübnan krizinin ancak kendi nihai zaferleriyle çözümlenebileceği inancını güçlendirdi. Suriye şimdi Hizbullah’ı saf dışı bırakacak bir çözüm yolu ortaya koyuyor. Hareketin eldeki imkanları kullanarak Suriye’ye karşı direnmesi ve bir zafer umması beklenemez, öte yandan, İsrail’i Lübnan topraklarından tamamen çıkarması, sadece konvansiyon el/alışılmış yöntemlere başvurursa çok küçük bir ihtimal. Alışılmadık/olağan dışı yöntemlere ilişkin tartışmalar ise henüz bir sonuca ulaşmaktan çok uzak görünüyor.

Çev.: İbrahim Turhan

 

Dipnotlar:

1- Şimdiye kadar Hizbullah’ı konu alan akademik çalışmaların sayısı çok azdır. Hareketin kısa bir tanıtımı için bkz.: Marius Debb, Lübnan’da Militan İslami Hareketler: Köken, Toplumsal Temel ve İdeoloji, Center for Contemporary Arab Studies [Çağdaş Arap Araştırmaları Merkezi]’nin Occassional Papers serisi, Georgetown Üniversitesi (Washington, Kasım 1986), s. 12-19. Hizbullah’a atfedilen bazı eylemlerin hareketle ilişkisi için de bkz.: Hobin Wright, Sacred Rage [Kutsal Öfke], (New York, 1986). Lübnan’da Şiiliğin tarihi için bkz.: Fuad Acemi, The Vanished imam: Musa al Sadr and the Shia of Lebanon [Kayıp imam: Musa es-Sadr ve Lübnan Şiası], (Ithaca, 1986). Lübnan’a İran tarafından taşınan siyasal çizginin yakın geçmişteki gelişimi için bkz.: R. K. Ramazani, Revolutionary İran: Challenge and Response in the Middle East [Devrimci İran: Meydan Okuma ve Orta Doğu’daki Yansımaları], (Baltimore, 1986), s. 175-195. Hizbullah üzerine bir tez Tel Aviv Üniversitesi’nden Shimon Shapira tarafından kısa bir süre önce tamamlanmıştır. Emel hareketinin Şii bir rakibi olarak Hizbullah’ın Emele paralel gelişim biçimi için bkz.: Clinton Batley, “1982 Savaşı Sonrasında Lübnan Şiileri”, Martin Kramer’in derlediği Shi’ism, Resistance and Revolution [Şia, Direniş ve Devrim] adlı kitabın içinde, s. 219-236.

2- İbrahim el-Emin, El-Hareketü’l-lslamiyye fi Lübnan [Lübnan’da İslami Hareket] içinde, (Beyrut, 1984), s. 145-146. [Türkçesi için bkz.: İnkılab Yay., İstanbul-1989.]

3- Hüseyin el-Musavi ile yapılan röportaj, En-Neharu’l-Arabi ve’l-Duvali, (Beyrut), 14 Ocak 1985.

4- Abbas el-Musavi ile yapılan röportaj, Le Revue du Liban, (Beyrut), 27 Temmuz 1985.

5- Mahmud Nurani ile yapılan röportaj, Monday Morning, (Beyrut), 14 Ocak 1985.

6- Hizbullah’ın yapısına dair, hareketin içerisinde yer alan kaynaklardan edinilen bir kaç ayrıntı, el-Şira (Beyrut)’da 17 Mart 1986 tarihinde yayınlandı. Bu bilgiler oldukça kesin kabul edilebilir.

7- “Lübnan ve Dünya Mustazaflarına Açık Mektup” şeklindeki bildiri es-Sefir (Beyrut, 17 Şubat 1985)’de özetlenmiştir. Hizbullah’ın benimsemiş olduğu kanunların ana ilkeleri için kendi yayınları arasında yer alan el-Ahd (Beyrut)’ın 8, 29 Kasım ve 5, 12, 19 Aralık 1986 tarihli nüshalarında İslami hükümet konulu yazı dizilerine bakılabilir. Kabul ettiği siyasal otorite biçimi, İran’daki gibi “velayet-i fakih”tir.

8- Bu gizlilik isteği; hareketin seferber edilmesi taktikleri konusunda kitap yazmış olan bir mensubu tarafından yakın geçmişte eleştiri konusu yapılmıştır. Bu kişi, İslam mezheplerinin en gizlisi olan İsmaililer’in bile önderlerinin isimlerini en azından kendi mensuplarına açıklamış olmaları vakası üzerine vurgu yapmaktadır. Bkz. Ali el-Kur’ani, Tarikat Hizbullah fi’l-Emel-i İslami (Beyrut, 1986). [Türkçesi için bkz.: Bengisu Yay., İstanbul-1991.]

9- Necef’i kuruluş merkezi olarak veren Lübnanlı ve Iraklı değişik Şii hareketler için bkz.: Martin Kramer, “İslami Devlet Yönetimi ve Bozgunculuk”, Middle East Contemporary Survey, Cilt 8:1983-1984, (Tel Aviv, 1986), s. 170-173.

10- Söz konusu kumandanlar arasında en tanınmış olanı Lübnanlı bir Şii olan 29 yaşındaki İmad Muğniyye’dir. İsmi aynı zamanda hem bombalı saldırılarla, hem de Lübnan’daki Amerikalılar’ın kaçırılmasıyla ilgili olarak zikredilmiştir. O, ABD’nin, 1985 Haziranı’nda TWA’ya bağlı Boeing uçağının kaçırılmasını organize etmekle suçladığı dört kişiden birisiydi. Kimlik ve kişiliği Amerikan istihbarat servisleri tarafından şöyle değerlendiriliyordu. [“Rehineleri (Amerikalıları) rahatlıkla öldürecek, saldırgan bir aşırılık yanlısıdır. Buna karşın sadece emirler doğrultusunda hareket etmektedir…] Bkz.: Charles Allen’in Tümamiral John Poindexter’e 9 Eylül 1986 tarihli raporu, Report of the President’s Special Review Board [Başkan’ın Özel İnceleme Heyeti Raporu], (Washington: Birleşik Devletler Hükümet Basımevi, 26 Şubat 1987), s. B-153, n. 90. İslami Cihad’ı kuşatan esrarı aralamak için ele geçirilen istisnai bir fırsat; Muğniyye’nin 1985 sonunda Fransa’dan geçiş yapması sırasında Fransız yetkililerin, ABD tarafından bu kişinin tutuklanarak yargılanması yönündeki isteğine uymamaları neticesinde kaybedildi: New York Times, 14 Mart 1986.

11- Bununla birlikte “şehitler”le ilgili yeni ve son derece önemli açıklamalar yapılmıştır. Kasım 1983’te Tyrdeki İsrail yerleşim bölgesine yapılan saldırının sorumlusu olan gencin ailesiyle gerçekleştirilen son derece ilginç mülakat için bkz.: el-Ahd, 16 Kasım 1986.

12- Hüseyin el-Musavi ile röportaj, Keyhan (Tahran), 29 Temmuz 1986.

13- Tufeyli ile röportaj, İttilaat (Tahran), 20 Ağustos 1985.

14- Daha kapsamlı bir biyografi için bkz.: Martin Kramer, “Muhammed Hüseyin Fadlullah”, Orient, (Opladen, Federal Almanya Cumhuriyeti), Cilt 26, No. 2 (Haziran 1985), s. 147,149.

15- İran’la Fadlullah’ın görüşleri arasındaki bizzat İran’ın Hizbullah’ın kurulmasını destekleme konusu da dahil farklılıklarla ilgili aydınlatıcı bir tartışma el-Şira’nın 4 Ağustos 1986 tarihli nüshasında yayımlanmıştır.

16- Fadlullah’ın benimsediği ve son derece ısrarla savunduğu anlayışa göre şeriat konusunda müracat edilebilecek sadece tek bir üstün merci olması zorunlu değildir. (El-Şira, 26 Mayıs 1986). Bu şekilde Fadlullah’ın kendisini Humeyni’nin halefiyle eşit bir konuma getirecek bir otorite bölüşümüne zemin hazırlamaya çalıştığı izlenimi uyanmaktadır. Bu röportajın yayımlanması Beyrut’taki İranlı yetkilileri son derece rahatsız etmiştir.

17- Fadlullah ile röportaj, Monday Morning, 15 Ekim 1984; En-Nehar (Beyrut), 3 Ekim 1984.

18- Fadlullah ile röportaj, El-İttihad et-Usbu’i (Abu Dabi), 30 Ocak 1986.

19- Hüseyin el-Musavi ile röportaj, Le Monde, 2 Kasım 1983.

20- Hüseyin el-Musavi ile röportaj, Le Figaro, 12 Eylül 1986.

21- Hüseyin el-Musavi ile röportaj, Kayhan, 29 Temmuz 1986.

22- Abbas el-Musavi ile röportaj, La Revue du Liban, 27 Temmuz 1985.

23- İbrahim el-Emin ile röportaj, Keyhan, 19 Ekim 1985.

24- İntihara ilişkin olarak ulema, bu fiilin çok büyük bir günah olduğunu ve intihar eden kişinin hayatına son vermesine yol açan bu hareketi neticesinde ebediyen cehenneme gideceğini kabul etmiştir. Franz Rosenthal, “İslam’da İntihar Etmek”, Journal of the American Oriental Society, Cilt 66, (1946), s. 243-245.

25- Bunu ilk açıklayan Washington Post’tur. 28, 30 Ekim 1983.

26- Fadlullah ile röportaj, El-Halic (Şerceh), 14 Kasım 1983.

27- Fadlullah ile röportaj, a. g. e.

28- Fadlullah ile röportaj, El-Mustakbel (Paris), 6 Temmuz 1985.

29- Fadlullah ile röportaj, En-Nehar’ul-Arabi ve’l-Duveli, 21 Temmuz 1985.

30- Fadlullah’ın Cuma hutbesi, El-Ahd, 5 Aralık 1985.

31- Fadlullah ile röportaj, El-İttihad, (Abu Dabi), 7 Haziran 1985.

32- Fadlullah ile röportaj, Keyhan, 14 Kasım 1985. Mustazaf halkları “amaçlarına giden yolda hiç bir şey engelleyemez. Neticenin meşruluğu takip ettikleri yöntemleri ne olursa olsun meşrulaştırır.” Fadlullah ile röportaj, el-Mecelle (Londra), 1 Kasım 1986.

33- Fadlullah ile röportaj, Politique Internationale (Paris), No. 29, Güz 1985, s. 268.

34- Fadlullah ile röportaj, Middle East Insight (Washington), Cilt 4, No. 2, Haziran-Temmuz 1985, s. 10-11.

35- Fadlullah’ın 18 Temmuz 1984’te verdiği; El-Mukavemetu’l-İslamiyye fi’l-Cilnub ve’l-Bekaa el-Garbi ve Raşaye başlığıyla yayımlanan konferansın metni, s. 16-19. Aynı metin; El-Mukavemetu’l-İslamiyye.: Afak ve Tatalluat (Beyrut, 1986) başlığıyla yayımlanan Fadlullah’ın konferans ve vaazlarının derlendiği eserde de yer almıştır, s. 48-51.

36- Fadlullah ile röportaj, El-Mecelle, 1 Ekim 1986. Burada da Fadlullah, Amerikalıların “dünya kamuoyunu tatmin edecek çarpıcı formüller üretmek için psikolog ve sosyologları kullanmaları”nı eleştiriyor.

37- Terörizmde ahlaki yükümlülükten uzak olmanın tam ve kesin yeri için bkz.: Albert Bandura, “Mechanismus of Moral Disongagemont”, Terörizmm Psikolojisi konulu sempozyuma sunulan metin, Woodrow Wilson International Centers for Scholars, 16-18 Mart 1987.

38- Şeyh Ali Yasin ile röportaj, El Liva (Beyrut), 9 Temmuz 1984. Mecdel Slim kökenli bu şahıs Tyr’de bir İslam Enstitüsü’nü yönetmektedir.

39- El-Saksakiyye köyünün imamı Şeyh Yusuf Da’muş ile röportaj, El-Sefir, 14 Ağustos 1986.

40- Hizbullah’ın (yaklaşık silahlı 500 adamının bulunduğu) Güney’deki askeri gücüyle ilgili olarak kendi değerlendirmesi için bkz.: El-Ahd, 13 Aralık 1986.

41- Fadlullah ile röportaj, Monday Morning, 16 Aralık 1985. Bahsedilen “başarılı” eylemler Metulla ve Tyr’dekilerdir.

42- Fadlullah ile röportaj, Keyhan, 14 Kasım 1985. Fadlullah özel olarak çok uluslu güce ve “iki İsrail istihbarat merkezine” karşı girişilen bombalı saldırıları zikretmektedir.

43- Bu arada, Seyyid İbrahim el-Emin, şayet şartlar oluşursa “şehadet saldırılarının yeniden kullanılabileceğini” belirtmiştir. Reyhan’da 9 Şubat 1986 tarihli röportaj. Ekim 1988’de Güney Lübnan’da Hizbullah’ın İsrail kuvvetlerine karşı örgütlediği başarılı intihar saldırısı, yönetimin ahlaki nedenlerden değil, taktik nedenlerden terk edildiğini ve şartların değişmesiyle aynı yönteme yeniden başvurulabileceğini ortaya koymuştur.

44- Tufeyli ile röportaj, El-İttihad el-usbu’i, 4 Aralık 1986.

45- Hüseyin el-Musavi ile röportaj, El-îttihad, 12 Aralık 1986.

46- İbrahim Emin ile röportaj, El-Mecelle, 19 Mart 1986.

47- DPA (Beyrut), 4 Şubat 1987; daha sonra Daily Report: Middle East and Africa (Washington, D.C.: FBIS)’da yayınlanmıştır, 5 Şubat 1987.

48- Sadık el-Musavi ile röportaj, En-Naharu’l-Arabi ve’d-Duvali, 38 Haziran 1986.

49- Hizbullah Açıklaması, Es-Sefir, 29 Temmuz 1985.

50- AFP (Beyrut), 13 Mayıs 1986; daha sonra FBIS’da yayınlanmıştır, 14 Mayıs 1986.

51- Abbas Müsavi ile röportaj, La Revue du Liban, 27 Haziran 1985.

52- Fadlullah ile röportaj, La Vanguardia (Barcelona), 9 Kasım 1986; daha sonra FBIS’da yayınlanmıştır, 17 Kasım 1986.

53- Fadlullah ile röportaj, El-Neharu’l-Arabi ve’l-Duvali, 21 Haziran 1986.

54- Fadlullah ile röportaj, El-Neharu’l-Arabiye ve’l-Duvali, 1 Haziran 1985; el-Müstakbel, 6 Haziran 1985; el-İttihad el-usbu’i, 30 Ocak 1986.

55- Fadlullah ile röportaj, el-Havadis, (Londra), 13 Şubat 1987.

56- Fadlullah ile röportaj, el-Re’yu’l Amm, (Kuveyt), 3 Nisan 1986; el-Neharu’l-Arabi ve’l-Duvali, 9 Şubat 1987.

57- Fadlullah, “Siyasi Gerçeklikte İslam ve Şiddet”, Middle East Insighl 4, nos. 4-5, (1986): 7.

58- Fadlullah ile röportaj, el-Halic, 28 Temmuz 1986.

59- Fadlullah ile röportaj, Keyhan International, (Tahran), 23 Haziran 1985.

60- Fransız Televizyonu muhabirlerinin kaçırılışı üzerine Fadlullah’ın açıklaması, AFP (Beyrut), 12 Mart 1986; daha sonra FBIS’da yayınlanmıştır, 12 Mart 1986.

61- Fransız Televizyonu muhabirinin durumu üzerine Fadlullah’ın açıklaması, AFP (Beyrut), 15 Mart 1987, daha sonra FBIS’de yayınlanmıştır. 16 Mart 1987.

62- Fadlullah, ‘Siyasi Gerçeklikte İslam ve Şiddet”; Fadlullah ile röportaj, El-Neharu’l-Arabi ve’l-Duvali, 1 Haziran 1985; Keyhan International, 23 Haziran 1985; Keyhan, 14 Kasım 1985; el-Mecelle, 25 Aralık 1985; Fadlullah’ın Cuma hutbesi, el-Ahd, 6 Aralık 1985.

63- Fadlullah ile röportaj, Havadis, 27 Mart 1987.

64- Hüseyin el-Musavi ile röportaj, Keyhan, 29 Haziran 1986.

65- Hüseyin el-Musavi ile röportaj, el-İttihad, 12 Aralık 1986. Yine de Reagan ve Mitterand’ın ‘kaçırılmaları ve yargılanmaları’nı destekliyor; Hüseyin el-Musavi İle röportaj, el-Nehar, 1 Kasım 1985.

66- Kaçırmalar üzerine Tufeyli’nin açıklaması, AFP (Beyrut), 30 Mart 1987; daha sonra FBIS’de yayınlanmıştır, 31 Mart 1987.


    Viewing all articles
    Browse latest Browse all 2

    Trending Articles